15 Haziran 2009 Pazartesi

aşkı geçtik gözlerini açabilirsin..



Her gün görmeye alışmıştım seni. Hiç bitmeyecek bir çizgi film gibiydi hayat. Tümseklerden atlıyor, bağırarak şarkılar söylüyor, yağmurda ıslanmadan yürümeyi başarıyorduk.

Kıştı. Ne kadar çok kar yağarsa o kadar seviniyorduk. Evsizlere üzülmek aklımdan geçmiyordu. Benim evim sendin, onlarında aşkları var sanıyordum. Üşüyen ellerimize eldivenler yetmeyince sıcacık kestaneleri dolduruyorduk cebimize, soğudukların da ısınan ellerimizle yemeye başlıyorduk. Hayat, yaşanılır geliyordu gözlerime. Çizgi filmden romantik-komediye terfi etmiş, her kavgayı bir hediyeyle savuşturur olmuştuk. Adları, kavganın konusuna göre değişen manidar kitaplar seçiyorduk. İlk aldığın kitap; Uzaktan Aşk'tı. Dört perdelik bir libretto. Hala hafızamda ilk cümlesi; “mutluluktan söz etmeyi öğrendim, nasıl mutlu olunur bilemedim.” bana aldığın bu kitap bir anda açık etti bu bahar akşamı yaşadığımız her şeyi.

Aynı ölçüde manidar bir başka hediye tutuyordun avuçlarında birkaç gün sonra. Üstünde tek bir sözcük yoktu. Okuduğunda fark edebileceğin bir sır koymuştum içine. Kısacık bir cümlenin mor ispirtolu kalemimle çizmiştim altını. Paulina 1880 ellerindeydi ve sır da onun içinde. “beni kim sevecek, kim öldürecek acaba?'” okuduğuna emindim, çünkü bir kez olsun seni seviyorum demedin.
Uzun bir kış olmuştu o sene. Kar bir türlü kaldırımlardan kalkmamış; ıslanan paçalarımız, üşüyen ellerimiz, uzun yürüyüşlerimize engel olamamıştı. Mevsim kıştı ve hayatın tüm tonları beyaz.

Odamda ki kitaplık dolmaya başlamış, tüm kitapların sırası şaşmıştı; yan yana, alt alta, sıkış pıkıştı kütüphanem. Çok sesli kavgaların sesini kitaplarla kesmeye, küfür edebiyatının dillendiremediğimiz eserlerini yazarlara mâl etmeye başlamıştık. Yerden yüksekten bir farkı kalmamıştı yaşadığımız şeyin. Aşk ya da çocuk oyunu adı her neyse.

Daha az görüyordum seni ve giderek daha da azalıyordu kahveli şarkılı sohbetler. Benimle tanıştırmadığın arkadaşların vardı. Sen tanımazsın grubu koymuştum adlarını. Günlerinin çoğunu onlarla geçiriyordun. Yazılar yazıyor, sürekli bir şeyler okuyor, telefonunu açmıyor, daha fazla susup daha az dinliyordun beni. Evine senden habersiz geldiğimde, kapalı perdeler, dağılmış kitaplık, karanlık bir oda, onlarca içilmiş sigara ve hiç bozulmamış bir yatak karşılamıştı beni.

Bir şeyler oluyordu, biliyordum. Konuşamadığımız için susuyordum ve işte yine bir hediye vardı ellerimde. İçindeki sırla birlikte masanın üzerine koydum. “konuşmadan geldiğimiz bu yerde, küçük bir akarsu taşıyordu ormanın dışına, bugün bile ürpertir beni kızıl suları.Dante, İlahi Komedya, cehennem. Onca karışıklığa rağmen okuduğuna eminim çünkü uzun bir aradan sonra görüştüğümüzde, “kızıl sular güvenlidir, korkutmasın seni” dedin. Cehennemde olduğunu fark etmemiştin.

Hayat bir çizgi film kadar acınası değildi, gerçekler vardı artık. Gözlerimizi kapatsak ta sesleriyle bize suretlerini gösteren gerçekler. Kış bitmek üzereydi ve uzun zaman olmuştu kestane yemeyeli. Üzülüyordum. Her şey değişiyordu. sen, ben, filmler, şarkılar bile sadık kalmıyordu ve bir türlü değiştiremediğin dünya, değişiyordu. Görmediğin onca şey gibi, kocaman dünyada kaçıyordu gözünden. Sesin eskisi kadar güven vermiyordu. Can çekişmeye başladığımızda en yakın kitapçıya koşuyorduk, bir tek bu değişmiyordu.

Marx'ın en ünlü kitabını tutuşturmuştun elime bir öğlen vakti, hediye olduğunu sanmıştım. Ders çıkışıydı. Apar topar uzaklaştın yanımdan birinden kaçar gibi, bir şeyler peşinden geliyormuş gibi. Oysa ben hep bıraktığın yerdeydim. o öğleden sonra hediye sandığım kitabı okumadan, içinde ki sırrı keşfetmeden önce ilk kez senden ayrılmayı düşündüm. Yaptığım mızıkçılık değildi, eski tadı kalmamıştı oyunun ve ben gidiyordum. Gitmeden önce oturdum hediyemi okudum. Bu kez sır yoktu içinde. Çok kez okunduğu pamuklaşan kenarlarından belli sayfaların hiçbirinde tek bir cümlenin altı çizilmemişti. Sır, sendin bu kez. Tüm benliğimle dinlediğim halde duyamadığım, anlamak için beş duyumdan fazlasına ihtiyaç duyulan sır sendin! Ne kadar komikti halim, Marx'ın içinde, dünyanın değiştiği kitabın cümlelerinde seni arıyordum. “katı olan her şey buharlaşıyor, kutsal olan her şey dünyevileşiyor ve en sonunda insanlar hayatlarının gerçek koşullarıyla ve diğer insanlarla ilişkileriyle yüzleşmeye zorlanıyor.” diyordu Marx. Bir bakıma haklıydı, aşka uygulanabilirliği vardı bu manifestonun.

Aşkla başlayan oyunumuz, siyasetle bitiyordu şimdi. Senden ayrılmak istediğimi söyleyemedim sana hiçbir zaman. Son kez bir kitaptan yardım istedim. Lamartine koştu imdadıma, ben sustum yine, Beldeler Kraliçesi konuştu adıma;
bu kadar uzak bir yere gelip, hayal kırıklığı aramaya değer miydi?

Bittiği için ağladığım ne ilk ne de son oyundu bu. Okuduğundan eminim çünkü bir daha günaydın demedin bana, yan yana geçiştik çok kez, kollarım değdi omuzlarına da gözlerimiz buluşmadı aynı hizada, bir daha kitap almadın bana. Bitmişti oyun, aşkı geçmiştik, açabilirdik gözlerimizi.

3 yorum:

  1. bu yazıyı okuduğum ilk gün geldi aklıma ne çok zaman geçmiş üzerinden tekrar okuduğumda yine içimi acıttı zaman geçiyo da yaşattıkları hiç geçmiyor geçmesin de böyle daha anlamı oluyor her şeyin...

    YanıtlaSil
  2. Haydar Ergülen'den bir dize ararken bu yazıyı bulmak ne güzel bir şans oldu. Çok beğendim..

    YanıtlaSil
  3. Daha yeni bununla alakalı bir şey yazıyorken -yazmışken- bu yazınıza denk geldim, acayip şey şu internet

    YanıtlaSil